2ce 1OL
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

2ce 1OL

2ce 1oL Yeni Bir DÜnya
 
2ce1ol PortalAnasayfaGaleriAramaLatest imagesGiriş yapKayıt Ol
Similar topics
    Anahtar-kelime
    Payback Arial maker Hangi Fortune ESET Soldier Gazete hafıza corel metastock merkezi Security anket Smart movie
    En son konular
    » AKAYEV.NET
    Abdülhakîm  Arvâsî Icon_minitimePtsi Nis. 27 2015, 15:47 tarafından 1OL(AZRAİL662)

    » K-Lite Codec Pack Update 10.0.9 TR - indir Katılımsız
    Abdülhakîm  Arvâsî Icon_minitimeCuma Eyl. 26 2014, 23:00 tarafından kursunlu

    » Microsoft Office 2013 Türkçe Orjinal 32&64 Bit Full Tek link indir
    Abdülhakîm  Arvâsî Icon_minitimeCuma Eyl. 26 2014, 22:59 tarafından kursunlu

    » TÜM ÜYELERE
    Abdülhakîm  Arvâsî Icon_minitimeÇarş. Ağus. 13 2014, 12:32 tarafından 1OL(AZRAİL662)

    » Msn Messenger 2014
    Abdülhakîm  Arvâsî Icon_minitimeSalı Haz. 24 2014, 05:41 tarafından recep59

    » Web Creator 5.1
    Abdülhakîm  Arvâsî Icon_minitimeC.tesi Haz. 21 2014, 02:52 tarafından recep59

    » PC Kaleci 2014
    Abdülhakîm  Arvâsî Icon_minitimeSalı Haz. 17 2014, 01:03 tarafından recep59

    » yeni dünya Dünya düzensizliği
    Abdülhakîm  Arvâsî Icon_minitimeÇarş. Haz. 11 2014, 14:23 tarafından Recep Öztürk

    » yeni dünya Dünya düzensizliği
    Abdülhakîm  Arvâsî Icon_minitimeÇarş. Haz. 11 2014, 14:18 tarafından Recep Öztürk

    » yeni dünya Dünya düzensizliği
    Abdülhakîm  Arvâsî Icon_minitimeÇarş. Haz. 11 2014, 14:14 tarafından Recep Öztürk

    » DriverPack Solution 13 Final Full Download indir
    Abdülhakîm  Arvâsî Icon_minitimeÇarş. Haz. 11 2014, 14:10 tarafından Recep Öztürk


     

     Abdülhakîm Arvâsî

    Aşağa gitmek 
    YazarMesaj
    1OL(AZRAİL662)
    PRENS-Kurucu
    PRENS-Kurucu
    1OL(AZRAİL662)


    Erkek
    Mesaj Sayısı : 5270
    Yaş : 33
    Nerden : Denizli
    İş/Hobiler : PC Beat
    Lakap : AZRAiL662
    İletisi : Allah'tır tek hakim
    Ağa kim?
    Paşa kim?
    Deneyim :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    Seviye :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    Saygınlık :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    Aktiflik :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    İşletim Sistemi : Abdülhakîm  Arvâsî Yk-mac10
    Ruh Hali : Abdülhakîm  Arvâsî Asik10
    Rep Puanı : 181
    Rep Gücü : 2273
    Kayıt tarihi : 24/12/07

    Abdülhakîm  Arvâsî Empty
    MesajKonu: Abdülhakîm Arvâsî   Abdülhakîm  Arvâsî Icon_minitimeCuma Ocak 09 2009, 16:57

    Abdülhakîm Arvâsî

    (1865-1943)

    1865'te Van'ın Başkale ilçesinde doğdu. 27 Kasım 1943'de Ankara'da vefât etti. Kabri, Ankara yakınındaki Bağlum kasabasındadır.

    İmâm-ı Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım soyundan olup seyyiddir. Babası Seyyid Mustafa, Tâhâ-i Hakkârî'nin oğlu Seyyid Ubeydullah'ın halîfesiydi. Âlimlere, bilhassa on yedinci asırda Hindistan'ın Siyalkut şehrinde yaşamış olan Abdülhakîm Siyalkûtî'ye çok saygılı olan babası; bu muhabbetle oğluna Abdülhakîm ismini verdi.

    Abdülhakîm Arvâsî ilk İslami bilgilerini babasından öğrendi. Sonra Başkale'de ibtidâî ve rüştiye okullarını bitirdi ve Irak'ın çeşitli şehirlerinde ve Müküs kazâsında Arap ve Fars dili-edebiyatı, mantık, münâzara, kelâm, ilâhî ve tabiî hikmet, fen ve matematik, tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf dersleri aldı. Nehrî'de gördüğü manidar bir rüyâ üzerine İslami eğitimine daha büyük önem verdi. Bu rüyâyı şöyle anlatmaktadır:

    ”Nehrî isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını âilemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsîl ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyâda Allah'ın Resûlünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risâlet makâmında oturmuşlardı. O'nun heybet ve celâli karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zât... Bu zât sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir suâl sordu: "Hayz zamânında bir kadının, câmiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir câminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resûlünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suâli tekrar sormaması için gâyet yavaşca ve alçak bir sesle; "Dînin sâhibi hazırdır, buradadır." diye cevap verdim. Maksadım, şerîat sâhibinin huzûrunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resûlullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesâfede bulunmalarına rağmen cevâbımı duydular. Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defâ emir buyurdular.”

    ”Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin câmiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arzedeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyâmı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış." diyerek rüyâmı tâbir etti. Babama; "Kâinâtın efendisi huzûrunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden suâl açılmasının ve cevâbının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resûlullah'ın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevâbı verdi:

    "Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işârettir."

    Bu rüyâdan sonra, on sene müddetle, Cumâ gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık îcâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım…”

    Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsîr gibi ilimlerin yanında kendisini mânevî yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin halîfesi Seyyid Fehîm-i Arvâsî, rüyâsında Allah Resûlünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım." buyurmuştu. Nihâyet 1878 yılında Abdülhakîm Arvâsî Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerine kavuştu ve mürşidinden aldığı ilk emir, tövbe ve istihâre oldu.

    “İstihârede şöyle bir rüyâ gördü: Seyyid Tâhâ hazretleri, câmide, talebesi Seyyid Fehîm'e şu emri veriyordu: "Abdülhakîm'i al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamâmen yıka! Sonra ikimize de imâm olsun!.. Seyyid Fehîm hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccâdeye bırakıyordu.”

    Bu rüyâ onun talebeliğe kabûl edildiğine dâir gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı sâdece "cevâzımât-ı hams" tâbiri idi. Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'î, kesin demektir. Hams yâni beş adedi ise âlem-i emrin, latîfenin tasfiyesine işâret olduğu açıktı.


    Abdülhakîm Arvâsî, gördüğü bu rüyânın tesiri ile büyük bir aşkla ilim tahsîl edip, ilimde ilerlediği gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü nurlandırdı. 1882'de zâhirî ilimlerde icâzet aldıktan sonra, 1888'de tasavvufta Nakşbendî yolundan icâzet aldı.... Abdülhakîm Arvâsî hazretleri de mürşîdi Seyyid Fehîm hazretleri tarafından Nakşbendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî tarîkatlerinden de icâzetlendirildi.

    Bundan sonra memleketi Arvas'a dönen Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin burada büyük ilmî faâliyetleri oldu. Bunu kendileri şöyle anlatmaktadır:

    “Memleketimizde, mevcut medreselerden ayrı olarak, bana miras kalan mallardan bir medrese yaptırdım. Mevcut kitaplara ilâve sûretiyle zengin bir kütüphâne kurdum. Talebenin yiyeceği, giyeceği, yatacağı, yakacağı tarafıma ait olmak üzere de o medresede 29 yıl ders okuttum. Birçok âlim ve fâdıl yetiştirdim. Bunları gönderdiğim yerler âdetâ irfan nûruyla doldu. O civarda medresemiz ilim feyziyle şöhret buldu. Vâlilerin, üst kademedeki memurların, bilhassa uzak yerlerdeki âlimlerin bile övgüyle, sitâyişle bahsettikleri bir ilim merkezi oldu. Medresemizden yetişen ilim adamlarının okumalarına mahsus kitapları İstanbul'dan getirtiyordum. Medresemin bağlıları bu kitapları aşîretler ve kabîlelere gönderip onları ilim nûruyla aydınlatırlardı. Mezunlarımızdan bâzıları vilâyet, sancak ve kaza merkezlerinde müftî olarak vazîfelendirilirdi. İçlerinden muhtaç olanları ev eşyâlarını tedârik ederek evlendiriyordum. İran'ın sınır boyundaki halk bu kişilerin gayretleri sâyesinde Sünnîlikte devâm ediyorlar ve kendilerini görenler, İslâma bağlılıkları karşısında hayrete düşüyorlardı…”

    Seyyid Abdülhakîm Efendi, 1897 yılında hac vazîfesi ile Hicaz'a geldiğinde önce Medîne'ye gelip Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Yanında Hacı Ömer Efendi isimli eşraftan bir zât vardı. Onunla berâber bir gece, mübârek Ravza'da akşam namazından sonra, yüzünü türbe parmaklıklarına döndürmüş, son derece edeb ve hürmet içerisinde beklerken, sağ tarafında oturan Hacı Ömer Efendi kulağına eğilip yavaşça: "Refikam, şu anda özür sâhibidir. Peygamber Mescidini ziyârete gelemez. Bâb-üs-Selâm'dan girerek Peygamber huzûrunda bir selâm verip, Bâb-ı Cibrîl'den çıkmasına şer'an müsâde var mıdır?" dedi.

    Seyyid Abdülhakîm hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyânın hatırına gelmesi ile korkuyla sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyâsında gördüğü şahıs da bu şahıstı. Yavaşça: "Bu suâlin cevâbına mezun olmak şöyle dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak rüyâda olduğu gibi Resûlullah efendimizin huzûrunda bulunduğundan cevap vermekte mazur olduğunu bildirdi. Bâb-ı Rahme'den dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem de rüyâyı tafsilâtı ile anlattı.

    Şeyh Abdülhakîm Efendi 1907'deki haccı sırasında büyük evliyâ Şeyh Ziyâ Mâsum'un iltifatlarına mazhar oldu. Birlikte vedâ tavâfını yaparlarken Şeyh Ziyâ Masum kendisine: "Mürşidin Seyyid Fehîm hazretleri tarafından Nakşbendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî, Çeştî tarîkatlerinden memur ve mezun olduğun gibi ilâveten sana Üveysîlik yolundan da icâzet verdim." buyurdular.

    ERMENİ MEZALİMİNDEN HİCRET

    Seyyid Abdülhakîm ikinci haccından dönüşünden bir müddet sonra Osmanlı'nın doğu illerinde isyancı Ermenilerin yol açtığı karışıklıklar başgöstermeye başladı. 1914 yılında Birinci Dünyâ harbinin başlarında Rus ordusu da İran tarafından gelerek Doğu Anadolu'yu işgâle başladı. Bir taraftan da Ermenileri silahlandırarak masum Türk halkı üzerine kışkırtıyorlardı. Bu acıklı günleri Arvâsî şöyle nakletmiştir:

    “Hızla silâhlanan Ermeniler, Müslümanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi de tamamiyle yağmaladılar, soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çare bulamadılar. On gün sonra Allahü teâlânın lütfu ve inâyeti ile kasaba geri alındı ve âilece oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik. Mayıs ayında düşman kasabamıza bir saatlik mesafeye yaklaştığından hükümet tahliye emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere döştük. Evlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi, câmilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van, Şafak ve Nurduz'u ele geçirmişti. Keldânî aşîretleri ile Ermeniler dünyânın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol açıyorlardı. Hicret edenlere Masiru adındaki bir dereden yol bulup gitmekten başka çâre kalmamıştı. Bu istikâmete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte çoğu kadın ve çocuktan ibâret olan birkaç bin nüfus dağlara sığınmıştı. Zîrâ eli silah tutanların hemen hepsi Erzurum taraflarında ve cephede bulunuyorlardı. Tamamen müdâfaasız kimselerden meydana gelen göç topluluğu bir ana-baba günü manzarasıyla yol alıyordu. Ermeni fedâileri ise Nurduz'dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genç kız ve kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehîd ediyor, kalanları tekrar takibe koyuluyordu. Zaho'nun dağ ve çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve hatta hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular.

    Bizimle beraber yirmi dokuz köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda elimize ne geçerse yiyip bin türlü meşakkat ve zahmetle o sene Haziranın birinci gecesi Ravandız'a girdik. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde Ravandız gibi harareti 45 dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk. Eylülün ikinci günü Erbil'e çoğumuz hasta olarak girdik. Kardeşim Seyyid İbrâhim Efendiyi kara toprakta Allah'ın rahmetine bıraktığımız gibi, Şeyhler hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve erkek değerli fertlerini Erbil ve civarında toprağa verdik. Ekim ayının dokuzuncu günü Musul'a vardık. Burada meşhur Celilîzâdelerin yaş bakımından büyüğü bulunan Hacı Emin Efendi tarafından o vaktin rayicine göre, aylık otuz altın lira kirası olan yirmi odalı, harem ve selamlık daireleri, bedelsiz olarak bize ihsan edildi.

    Burada on sekiz ay kadar oturduktan sonra, ayrılmak üzere vedâ ederken, gönlümüzü hoş ederek; "Bu evde kırk sene otursaydınız, yine kirâ almazdım." dedi. Allahü teâlâ kendisinden râzı olsun.

    Devamlı olarak, Bağdat'ta Gavs-ı âzam Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin türbesi civarında oturup orasını vatan edinmek arzusunda bulundumsa da, o civarlarda İngiliz muharebeleri pek şiddetlenmiş bulunduğundan, geçici olarak, yine Musul'da kaldık. Daha sonra nüfusumuz yüz elli iken ancak altmış altı nüfusla, çöl ve sahraları, Allah'ın yardımıyla aşarak Adana'ya geldik. Adana'da çeşitli hastalıklar sebebiyle defn ettiğimiz nüfustan kalan 20 kişi ile Eskişehir'e geldik. Bunlardan bir kısmı Konya'da kaldılar. Geçim darlığından büyük sıkıntı içinde yaşadılar. Biz ise 1918 senesinin Nisan ayı ortalarında İstanbul'a geldik. Dâhiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) müsteşarı olup sonra Evkaf Nazırı olan ulemâdan Hayri Efendi tarafından, şu anda sağlık ocağı olarak kullanılan Eyyûb Sultan Yazılı Medresede yerleştirildik. Dağılmış âile efrâdımı, Allah'ın inâyeti ile orada toplamaya muvaffak oldum. İstanbul'a bu sûretle sevk-i ilâhî ile geldik. Yollarda görülen meşakkat ve sıkıntılar son buldu.”

    Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri daha sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Kaşgari Dergâhının şeyhliği ile görevlendirildi. 5 Ağustos 1919'da Sultan Vahideddîn Han tarafından Süleymâniye Medresesine tasavvuf müderrisi olarak da tâyin edildi. Böylece hem çeşitli câmilerde vâz ederek ve hem de medresede hoca olarak çalışmaya başladı.

    Seyyid Abdülhakîm Efendi din bilgilerinde ve tasavvufun ince bilgilerinde çok derin idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir, sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevâbını alır, sormaya lüzum kalmadan, o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerâmetlerini görürdü.

    Çok mütevâzi, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslâm âlimlerinin adı geçtiği zaman: "Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gâib olsak aranmayız." ve;"Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz." buyururdu.

    Sultan Vahideddîn kendilerini çok sever, takdîr ederdi ve duâlarını isterdi. Nitekim Abdülhakîm Efendi hazretleri şöyle anlattı:

    “Memleketin işgâl altında bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı günlerdi. Beşiktaş'ta Sinanpaşa Câmiinde vâz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir bey inip; "El melikü yakraükesselâm ve yed'ûke iletta'âm." yâni "Sultan sana selâm ediyor ve seni iftara çağırıyor." dedi. Araba ile saraya gittik. İstanbul'un seçilmiş vâizleri, imâmları çağırılmıştı. Yemekten sonra sermusâhib geldi. Sultanın selâmı var. Hepinizden ricâ ediyor. Anadolu'da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyenin gâlib gelmesi için duâ etmenizi ve Anadolu'daki mücâhidlere para ve duâ ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik etmenizi ricâ ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum.”

    Bir defâsında da Sultan Vahideddîn Han, Ramazân-ı şerîf ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu odayı ziyâret edecekti. Seyyid Abdülhakîm Efendi'yi de dâvet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devâmını hizmetlerini gören Şakir Efendi şöyle nakletmektedir:


    Sayfa başına dön Aşağa gitmek
    https://2ce1ol.yetkin-forum.com
    1OL(AZRAİL662)
    PRENS-Kurucu
    PRENS-Kurucu
    1OL(AZRAİL662)


    Erkek
    Mesaj Sayısı : 5270
    Yaş : 33
    Nerden : Denizli
    İş/Hobiler : PC Beat
    Lakap : AZRAiL662
    İletisi : Allah'tır tek hakim
    Ağa kim?
    Paşa kim?
    Deneyim :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    Seviye :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    Saygınlık :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    Aktiflik :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    İşletim Sistemi : Abdülhakîm  Arvâsî Yk-mac10
    Ruh Hali : Abdülhakîm  Arvâsî Asik10
    Rep Puanı : 181
    Rep Gücü : 2273
    Kayıt tarihi : 24/12/07

    Abdülhakîm  Arvâsî Empty
    MesajKonu: Geri: Abdülhakîm Arvâsî   Abdülhakîm  Arvâsî Icon_minitimeCuma Ocak 09 2009, 16:57

    “Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince,
    Abdülhakîm Efendi nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine
    bakıştılar. O isimde birisini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber
    verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakîm'dir deyince, sultan
    sizi istiyor deyip, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip
    yanyana biri dünyâ, biri âhiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiyâ
    Peygamber efendimizin seâdetli hırkalarının bulunduğu odaya girdiler.
    Berâberce ziyâret ettiler. Çıkınca Sultan bereket sayarak orada
    olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış
    kapıda Efendi'yi bekliyordum. Geldiler ve ziyâretlerini anlattılar.
    "Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi. Birisi
    senindir." deyip birini bana verdiler.”


    Abdülhakîm Arvâsî
    hazretleri siyâsete hiç karışmamış, siyâsî fırkalara bağlanmamıştır...
    Müridleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak soru
    sorduklarında: "Cumhuriyet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı.
    Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı." demiştir. Bu çarpıcı
    görüş, genel olarak o günlerin tekke ve dergâh tipine âit teşhislerin
    en güzelidir. Yasalara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da
    bunu tavsiye ederdi.


    Abdülhakîm Efendinin yemesi, içmesi,
    yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi, ağlaması hep İslâm'a ve
    Resûlullah -s.a.v.-'in hâline uygundu. Yemesini gören sanki "âdet
    yerini bulsun" diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve
    yavaş yerdi. Yakınları onu otuz senedir kaylûle yaparken veya yatarken
    bir defâ olsun sırt üstü veya sol tarafına dönüp yatmadığını
    söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ yanağı
    altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikâmet üzere idi. "İstikâmet
    yâni Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerâmetin
    üstündedir." sözünü sık sık tekrar ederdi.


    Her vesîle ile
    sohbetlerinde namazdan bahsederlerdi. "Namaz, aman namaz, nerede ve ne
    şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın." buyurur ve "Bir vakit
    namazımı kaybetmektense, dünyâları kaybetmeyi tercih ederim." derdi.


    Müridlerinden
    birisi edeb hakkında sorduğunda: "Edeb hudûda, sınırlara riâyet etmek
    onu taşmamaktır. En büyük edeb ise ilâhî hudûdu muhâfazadır,
    gözetmektir." buyurdu.


    Müridlerden birisi dünyâ sıkıntılarından
    bahsediyordu. Anlatması bittikten sonra; "Allahü teâlâya inanan ve
    güvenen kimse neden mahrumdur. Allah'tan mahrum olan ise neye
    mâliktir." buyurdu.


    Bir gün sed kenarında hasır koltuklarında
    İstanbul'a doğru bakarlarken yanındakilere dönerek: "Şu İstanbul ne
    garip belde! İnsan mümin olmak için de, kâfir olmak için de burada her
    vâsıtayı, her imkânı bulabilir." buyurdu.


    Bir gün bir
    derslerinde şöyle buyurdular: "Bizim meclisimizde bulunanlar, sükût
    içinde otursalar ve sükûttan başka bir şey görmeseler bile, din
    bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar."


    Kapalıçarşı'dan
    geçerken karşılarına tanıdıkları bir dükkancı çıktı. Adam hal hatır
    faslından sonra; "Efendim. Duâ edin de Allahü teâlâ ümmet-i Muhammed'i
    kurtarsın." deyince, o da cevâben: "Siz bana o ümmeti gösterin. Ben de
    kurtulduğunu haber vereyim. Hani nerede o ümmet!" buyurdu.


    Müridlerinden
    Hâfız Hüseyin Efendi anlatır: “Tahsîlimi İstanbul'da yaptım. Arabî ve
    Fârisî'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sâhibiydim. Bir gün beni
    Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sâhibi
    olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı.
    Hemen sonra sandalyede oturmaktan hayâ edip, yere indim. Sohbette, hiç
    bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan
    da hayâ edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha derken nihâyet
    kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle
    gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan
    biriydim. Seyyid Abdülhakîm'i görünce ancak talebe olacağımı anladım ve
    talebelerime: "Seyyid Abdülhakîm Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin
    ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı." dedim. O
    büyük zâta talebe olmakla şereflendim.


    Otuz yıl boyunca yanından
    ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır: “Bir sabah dergâhın mescidinde
    namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imâm
    yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki
    sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza
    hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya
    koyulmuştu. Namaz ve duâ bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semâverin
    etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar
    bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin,
    deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemâat vardı.
    Şimdi dağılmış."


    Yine Şakir Efendi naklediyor: “İzmir'de Hisar
    Câmiindeydik. Huzurlarına on iki yaşında bir çocuk getirdiler. Çocuk
    dilsizdi. Anne ve baba çocuklarını kapmış, haberini aldıkları bu
    Allah'ın sevgili velî kulunun huzûruna duâ etmesi için getirmişlerdi.
    Çocuk yürüyüp geldi. Ellerini öptü. Abdülhakîm Efendi hazretleri çocuğa
    kısa bir nazar etti ve; "Oğlum ismin nedir?" diye sordu. Çocuk birden
    cevap verdi: "Ahmed!" Anne ve baba çocuklarının konuştuğunu görüp,
    hayretler içinde sevinç gözyaşları döktüler.”


    Talebelerinden
    İlyas Efendi anlatır: “Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma
    gelip; "Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip
    onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir
    kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim.
    Maksadım, Seyyid Abdülhakîm Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi vakti
    dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular. "Müşteri geliyor mu?" dediler.
    "Geliyor." dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum.
    "Sipariş veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok." dedim. "Kadın
    müşterileriniz oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun
    üzerine; "Bugün gelen kadının işini gör!" buyurdular. Ancak o zaman
    hatırlayabildim.”


    Bir gün Bâyezîd Câmiinde vâz verirlerken konu
    ile hiç ilgisi olmadığı hâlde; "Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu
    çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan,
    güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu
    tutup içeri aldıktan sonra azarlasın." buyurdu. Vâazı dinleyen
    Akhisarlı bir zât içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye geçirdi.
    Vâazdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış,
    kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan
    düşecek hâlde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen Abdülhakîm
    Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten
    kurtuldu.


    Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin uzun yıllar hizmetinde
    bulunan Kayserili pamuk tüccarı Abdülkâdir Bey şöyle antalır: “Bir yaz
    günüydü. Abdülhakîm Efendi ile Eyyûb Câmiinde öğle namazını kıldık.
    Sonra Hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî'nin türbesine girdik. Başka kimse
    yoktu. Sandukanın ayak ucunda, yanyana diz üstünde oturduk. "Yanıma
    sokul, gözlerini kapa." buyurdu. Gözlerimi kapayınca Hazret-i Ebû Eyyûb
    Ensârî hazretlerini ayakta duruyor gördüm. Yanımıza geldi. Uzun boylu,
    iri yapılı, seyrek sakallıydı. Elini öptüm. İkisi yavaş sesle
    konuştular. Ben işitmiyordum. Edeple seyrediyordum. "Gözünü aç." dedi.
    Açtım. İkimiz sandukanın yanında oturuyoruz gördüm. Sokağa çıktık.
    İkindi okunuyordu. "Ne gördün?" dedi. Anlattım. "Ben hayatta iken
    kimseye söyleme." dedi. Bunu vefâtından yirmi dört sene sonra
    anlatıyorum.”


    Necib Fâzıl Kısakürek anlatır: “Sene 1941...
    Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne
    bastığım gibi, İkinci Dünyâ Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna
    kâniim. Bu meseleyi huzûrlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar.
    Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mahmûd Veziroğlu
    isminde kendisini sevenlerden bir zât... Harbe sürüklenmek
    mecbûriyetimizi riyâzî bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum.
    Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız
    Birinci Cihân Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesîka usûlü
    çıkmasa." Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık,
    vesîka usûlü milleti kavurdu. Mahmûd Bey, bana bu kerâmeti sık sık
    tekrar eder ve; "Müthiş, müthiş!.. herkes harbi beklerken; "Harbe
    girilmez." ve kimse vesîka usûlünü beklemezken "O olacak." buyurmaları
    büyük kerâmet." derdi.


    Fâruk Bey anlatır: “Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o
    zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir
    zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastahâneye dar attık.
    Ayıldı. Fakat aklî melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a
    götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen
    hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir rum doktor erken bunama
    teşhisini koydu ve şifâsı yok hükmünü bastı. Bülûğ çağındaki çocuğumu,
    büyük amcası Abdülhakîm Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede
    kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar.
    Sâdece; "Mahzûnum, mahzûnum!" diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havâle
    ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sâhib olmadığı maddî ve
    mânevî bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar
    DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakîm Efendi,
    birâderzâdeleri olan Fâruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini
    medhetmek isteseydi; "Fâruk hâriç hepimizden iyidir." derdi. Kabri,
    Abdülhakîm Arvâsî'nin ayak ucundadır.”


    Bâyezîd Câmiinde;
    Erzincan depreminden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ, zinânın
    âşikâr olduğu yerlere zelzele ile cezâ verir. Erzincan gibi."
    buyurmuşlar. Kimse o esnâda bu mânâyı anlayamamış, ama bir hafta sonra,
    duyanlar bu büyük bir kerâmetti, anlayamadık demişlerdir.


    Talebelerinden
    Tâhir Efendi anlatır: “Abdülhakîm Efendi hazretleri buyurdular ki:
    "Evliyânın huzûruna dolu giden boş, boş giden dolu döner."


    Bir
    gün bana; "Tâhir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar,
    başkalarına ver." buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma
    kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç kitap verdim. Yatsıdan
    sonra yattım. Abdülhakîm Efendiyi gördüm. "Tâhir, kitapları evden
    çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz
    kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhakîm Efendi geldi. "Hâlâ
    kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen
    kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak
    uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan
    uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için
    bu yolu seçmişlerdi.


    Sayfa başına dön Aşağa gitmek
    https://2ce1ol.yetkin-forum.com
    1OL(AZRAİL662)
    PRENS-Kurucu
    PRENS-Kurucu
    1OL(AZRAİL662)


    Erkek
    Mesaj Sayısı : 5270
    Yaş : 33
    Nerden : Denizli
    İş/Hobiler : PC Beat
    Lakap : AZRAiL662
    İletisi : Allah'tır tek hakim
    Ağa kim?
    Paşa kim?
    Deneyim :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    Seviye :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    Saygınlık :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    Aktiflik :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    İşletim Sistemi : Abdülhakîm  Arvâsî Yk-mac10
    Ruh Hali : Abdülhakîm  Arvâsî Asik10
    Rep Puanı : 181
    Rep Gücü : 2273
    Kayıt tarihi : 24/12/07

    Abdülhakîm  Arvâsî Empty
    MesajKonu: Geri: Abdülhakîm Arvâsî   Abdülhakîm  Arvâsî Icon_minitimeCuma Ocak 09 2009, 16:58

    Ne zaman Abdülhakîm Efendi hazretlerine
    gitsem, Ziyâ Bey yanında otururdu. Ziyâ Beye bir kitap verir, okuturlar
    ve îzâh ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziyâ Beye kitap
    okutup, kendileri îzâh ediyordu. İçimden, benim Arabî ve Fârisim Ziyâ
    Beyden iyidir. Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye
    geçti. O gece rüyâda Abdülhakîm Efendinin huzûrunda idim. Gene Ziyâ
    Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziyâ Beyi sarıklı, âlim
    kıyâfetinde gördüm. Abdülhakîm Efendi, Ziyâ Beyi bana gösterip; "Biz,
    boşuna emek vermeyiz." buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman
    oldum.

    Bir gün Abdülhakîm Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi
    kendime, Abdülhakîm Efendiye arz edeyim, evliyâlıkta yükselmek büyük
    iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh
    eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye
    düşünüyordum. Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selâm verip
    ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; "Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?" buyurdu.
    "Manolya" dedim. "Şu nedir?" buyurdu. "Gül" dedim. "Ya Tâhir! Bunların
    suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Meselâ
    şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür
    mü?" buyurdu. "Hayır efendim." dedim. "Demek ki, farklılık
    istidadlarından kâbiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi,
    gül de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar. "Kusurumu
    bağışlayın efendim." dedim.

    Bitlis yolunda bir genç, kışın
    tipiye tutulup, yolunu kaybeder. Helâk olacak halde iken; "Yâ Rabbî!
    Zamânımızın kutbunu imdâdıma yetiştir!" diye yalvarır. Hemen siyah
    sakallı birisi zuhûr eder, atın dizginlerini tutup, istikamet verir ve;
    "Böyle git, şehre varırsın!" buyurur. Genç, o gaybdan gelip kendisine
    yol gösteren zâtın şemaline dikkat eder. Otuz sene sonra, Bâyezîd
    Câmiinde, tesâdüfen vâzında bulunur. Ben bu şeyhi bir yerden
    tanıyacağım diye düşünür. Vâzdan sonra çıkarlarken, Abdülhakîm
    Efendinin yanına yaklaşır, daha konuşmadan, Abdülhakîm Efendi;
    "Bitlis'teki tipi fırtınasını mı hatırladın?" diye kulağına hafifçe
    söyler. Gözyaşlarını tutamayıp, eline sarılır, öper... öper.

    Seyyid
    Abdülhakîm Arvasî, tıbbiyede okuyan bir müridinden eczacılığı seçmesini
    istedi. Ancak müridin anne ve teyzesi ise Eczacılığa geçme isteğine
    şiddetle karşı çıkarak öyle bir şeye teşebbüs ettiği takdirde haklarını
    helâl etmeyeceklerini bildirdiler. Genç büyük bir üzüntü içerisinde
    Fâtih Câmii avlusuna geldi. Ne yapacağını bilmez bir hâldeydi. Âniden
    aklına gelen bir düşünceyle câmi avlusuna girecek ilk kişiyle istişâre
    etmeye karar verdi. Nitekim biraz sonra câmi avlusuna giren zâtın
    yanına yaklaşarak; "Efendim size bir şey danışmak istiyorum." dedi.
    "Buyurun sizi dinliyorum" demesi üzerine; "Ben tıbbiyede talebeyim.
    Hocam tıbbiyeyi bırakıp eczâcılığı seçmemi istiyorlar. Annem ve teyzem
    ise şiddetle karşı çıkarak haklarını helâl etmeyeceklerini söylediler.
    Ne yapayım?" O zat; "Senin hocan kim evlâdım?" deyince, "Seyyid
    Abdülhakîm Arvâsî hazretleri." cevâbını verdi. Bu söz üzerine o zat;
    "Evlâdım senin hocan öyle bir kimsedir ki, bin ana fedâ olsun. Hiç
    düşünmeden sözünü tut!" dedi. Talebe bu söz üzerine derhâl eczâcılığa
    kaydını yaptırdı. Daha sonra meşveret ettiği o zatın yine Abdülhâkim
    Efendi hazretlerinin talebelerinden Cevat Bey olduğunu öğrendi. Daha
    sonra anne ve teyzesi de haklarını helâl ettiler.

    Diş hekimi
    emekli albay Sabri Bey anlatır: Abdülhakîm Efendi, arada bir bana,
    teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi
    su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor
    derdim. Vefâtından otuz sene sonra, ellerimde yara çıktı. Hatta bir
    başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç
    sene teyemmümle yâni onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz
    kılmak zorunda kaldım.

    Dîni dünyâ çıkarlarına âlet edenlere
    karşı Eyyûb Sultan, Fâtih, Bâyezîd, Bakırköy, Kadıköy ve Beyoğlu Ağa
    Câmii kürsîlerindeki konuşmaları, bazı kişilerin iftirâlarına sebeb
    oldu. Bunların şikayeti sonucunda Eylül 1943'te tutuklanarak
    İstanbul'dan İzmir'e götürüldü. Bir müddet Meserret otelinde sonra bir
    evde polis nezaretinde kaldı. Yakınları, kendilerinin Bursa'ya nakli
    veya İstanbul'a iâdesi için birkaç defâ teşebbüse geçtilerse de her
    defâsında red cevâbını aldılar. Nihâyet Ankara'ya nakline müsaâde
    çıktı. Bu karar üzerine Ankara'da Hacı Bayrâm-ı Velî civârında,
    biraderinin oğlu Seyyid Faruk Işık'ın evine geldiler. Bu sırada hasta
    olduklarından Faruk Işık Bey'in evinde on sekiz gün hasta yattıktan
    sonra 27 Kasım 1943 (H.1362)'te vefât etti. Ankara hiç sevmedikleri bir
    yerdi. Bu sebeple yakınları mübarek naâşın İstanbul'a nakli için resmî
    makamlara başvurdular. Ancak kabul edilmedi. Şehrin belediye sınırları
    içinde ölenlerin asrî mezarlığa gömülmesi şartı da vardı. Bu yüzden
    herkes eli kolu bağlı mahzun ve üzgün bir durumda bulunuyordu. Çünkü
    kendileri bu mezarlığa defnedilmeyi istemiyorlardı.

    O sırada
    evin ahşap kapısı çalındı. Kapıda kim olduğu, nereden geldiği belli
    olmayan ak sakallı bir adam: "Ankara civârında Bağlum isimli bir köy
    vardır. Oraya götürünüz, kendilerine uygun yer orasıdır." dedikten
    sonra dönüp gitti. Meçhul adamın arkasından koştularsa da sanki sır
    oldu ve ortadan kayboldu.

    Keçiören'de dâmâdı İbrâhim Arvas Beyin
    evinde gasl, techiz, tekfîn ve namazı edâ edildikten sonra Ankara'nın
    kuzeyinde ve 24 km mesâfede bulunan Bağlum'a getirilerek defnedildi.
    Telkinini kimin vereceği, oğlu fazîletli Ahmed Mekki Efendiye
    sorulunca; "Babam Hilmi'yi çok severdi. Onun sesini iyi tanır.
    Telkinini Hilmi versin." buyurdu. Böylece telkin vermek ve kabr-i
    şerîfine girmek vazîfeleri talebesi Hüseyin Hilmi Beye nasîb oldu.

    Ağlasın kan ağlasın her müslüman
    Çünki, Seyyid Abdülhakîm terk etti cân

    Âlim ü âmil, veliyy-i kâmil idi.
    Zâtına mevdu' idi sırr-ı nihân.

    Abdülhakim
    Efendi'nin üç oğlu ve iki kızı vardı. Kızlarından Şefia Hanım da hicret
    sırasında Musul'da vefat etmiştir. Diğer kızı Mâide hanımdır.
    Oğullarından Enver Bey hicretleri esnasında 1918'de Eskişehir'de vefat
    etti. İkinci oğlu Ahmed Mekki Üçışık İstanbul'da Kadıköy müftülüğünde
    bulunmuş ve 1967'de İstanbul'da vefat etmiş olup kabri Bağlum
    kabristanındadır. Üçüncü oğlu Münir Efendi, İstanbul Belediyesinde
    çalışmış ve 1979'da vefat etmiş olup O'nun kabri de Bağlum'dadır.
    Sayfa başına dön Aşağa gitmek
    https://2ce1ol.yetkin-forum.com
    1OL(AZRAİL662)
    PRENS-Kurucu
    PRENS-Kurucu
    1OL(AZRAİL662)


    Erkek
    Mesaj Sayısı : 5270
    Yaş : 33
    Nerden : Denizli
    İş/Hobiler : PC Beat
    Lakap : AZRAiL662
    İletisi : Allah'tır tek hakim
    Ağa kim?
    Paşa kim?
    Deneyim :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    Seviye :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    Saygınlık :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    Aktiflik :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    İşletim Sistemi : Abdülhakîm  Arvâsî Yk-mac10
    Ruh Hali : Abdülhakîm  Arvâsî Asik10
    Rep Puanı : 181
    Rep Gücü : 2273
    Kayıt tarihi : 24/12/07

    Abdülhakîm  Arvâsî Empty
    MesajKonu: Geri: Abdülhakîm Arvâsî   Abdülhakîm  Arvâsî Icon_minitimeCuma Ocak 09 2009, 16:58

    TAVSİYELERİ

    “Kur'ân-ı kerîm şifâdır. Fakat şifâ, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifâ gelmez.”

    ”Gerçek kerâmet, kerâmetin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velînin irâde ve ihtiyârı ile değildir. İlâhî hikmet öyle gerektiriyor demektir.”

    ”Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.”

    “Ahmaklık, hatâda ısrar etmektir.”

    ”Hak'tan ve Hak yolundan başka her ne düşünülürse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.”

    ”Din bilgileri, dünyâda ve âhirette, huzûru, seâdeti kazandıran bilgilerdir.”

    ”Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin içindedir.”

    ”Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim bilip, ona kulluk etmedikçe, insanlar birbiri ile sevişemez.”

    ”Kavuştuğunuz her nîmet; hep hakka îmânın hâsıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın ihsânıdır.”

    ”Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlâkınızla, sözlerinizle, giyinişinizle İslâmın vekârını, kıymetini gösteriniz.”

    ”Gördüğünüz her musîbet ve felâket, kızgınlığın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır.”

    ”Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe; ızdırap ve felâketten kurtulamaz.”

    ”Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru onun dilediğidir.”

    ”Allahü teâlâ bize fadlı, ihsânı ile tecelli etsin; bizi fadlı ile korusun! Adliyle tecelli ederse, yanarız.”


    ”Riyâ olmasın diye cemâatten kaçanlar ayrı bir riyâ içindedirler.”

    ”Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür.”

    ”İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.”

    ”Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, îmân eksikliğidir.”
    Sayfa başına dön Aşağa gitmek
    https://2ce1ol.yetkin-forum.com
    1OL(AZRAİL662)
    PRENS-Kurucu
    PRENS-Kurucu
    1OL(AZRAİL662)


    Erkek
    Mesaj Sayısı : 5270
    Yaş : 33
    Nerden : Denizli
    İş/Hobiler : PC Beat
    Lakap : AZRAiL662
    İletisi : Allah'tır tek hakim
    Ağa kim?
    Paşa kim?
    Deneyim :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    Seviye :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    Saygınlık :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    Aktiflik :
    Abdülhakîm  Arvâsî Left_bar_bleue100 / 100100 / 100Abdülhakîm  Arvâsî Right_bar_bleue

    İşletim Sistemi : Abdülhakîm  Arvâsî Yk-mac10
    Ruh Hali : Abdülhakîm  Arvâsî Asik10
    Rep Puanı : 181
    Rep Gücü : 2273
    Kayıt tarihi : 24/12/07

    Abdülhakîm  Arvâsî Empty
    MesajKonu: Geri: Abdülhakîm Arvâsî   Abdülhakîm  Arvâsî Icon_minitimeCuma Ocak 09 2009, 17:00

    Seyyid Abdülhakim-i Arvasi 'kuddise sirruh'
    Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (r. aleyh) Son asırda yetişen, zahir ve batın
    ilimlerinde kamil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük alim
    ve ruh bilgilerinin mütehassısı büyük veli. Allahü tealanın emir ve
    yasaklarını insanlara anlatan ve kendilerine Silsile-i aliyye adı
    verilen büyük alimlerin otuz dördüncüsüdür. Babası Seyyid Mustafa
    Efendidir. 1865 (H. 1281)te Van'ın Başkale kazasında doğdu. 1943 (H.
    1362)te Ankara'da vefat etti. Kabirleri Ankara yakınındaki Bağlum
    kasabasındadır.



    Babası Seyyid Mustafa Efendi ve bütün dedeleri, zamanlarının alim ve
    fadılları idiler. Imam-ı Ali Rıza bin Musa Kazım soyundan olup, seyyid
    oldukları Irak'taki şer'i mahkeme defterlerinde yazılıdır. Arvasi
    ailesi, altı yüz seneden beri ilim yaymakla ve en üstün insanlık
    meziyetlerinde nümune olmakla tanınmış ve halk arasındaki ayrılıkları
    gidermekte, milli birliği sağlamakta büyük vazifeler üstlenmiş ve
    bunları devam ettiregelmişlerdir.



    Ilk tahsilini babasının huzurunda gördü. Daha sonra Arvas'a giderek
    yüksek tahsilini zamanın en büyük alim ve evliyası Seyyid Fehim Arvasi
    hazretlerinin huzurunda tamamladı. 1300 hicri sene başında ilm-i sarf,
    nahv, mantık, münazara, vad', beyan, meani, bedi', belagat, kelam,
    usul-i fıkh, tefsir, tasavvuf, ulum-i hikemiyye yani hikmet-i tabi’iyye
    (fizik, biyoloji), hikmet-i ilahiyye, riyaziyye (yani matematik,
    geometri), hey’et (astronomi) gibi zahir ilimlerde icazet (diploma);
    tasavvufun Nakşibendiyye, Kadiriyye, Küfreviyye, Sühreverdiyye ve
    Çeştiyye yollarından hilafet aldı. Başkale'de otuz yıl kadar tedris ve
    irşad ile meşgul oldu. Yani ders okuttu ve insanlara Allahü tealanın
    emir ve yasaklarını anlattı.



    1914 (H. 1332)te Birinci Dünya Harbi çıkıp Ruslar Doğu Anadolu'yu işgal
    edince, Başkale'den hicret edip, Irak'a, oradan Adana, Eskişehir ve
    1919 (H. 1337)da Istanbul'a geldi. Eyyub Sultan'da önce yazılı
    medreseye, sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Mürteza Efendi Dergahına
    yerleşti ve Kaşgari Hanekahı meşihatına tayin olundu. Islam
    halifelerinin ve Osmanlı Sultanlarının sonuncusu olan Sultan Vahideddin
    tarafından Medrese-i mütehassısin denilen Ilahiyat Fakültesinde
    tasavvuf müderrisi yani ordinaryüs profesörü olarak 8 Zilkade 1919 (H.
    1337) tarihli ferman ile tayin edildi.



    Anadolu'da çarpışan Kuvay-ı Milliyenin galip gelmesi için para, mal ve
    dua ile yardım edilmesi, eli silah tutanların onlara katılmaları için
    milleti teşvik ederek çok kimseyi Anadolu'ya gönderdi. Çok yardım
    yapılmasına sebep oldu. Uzun zaman irşad, vaz ve tedris ile meşgul olup
    hayatının sonuna doğru Izmir'e gönderildi. Zor şartlar altında Izmir'de
    kaldığı sırada ihtiyarlığın da verdiği takatsizlikle hastalandı.
    Ankara'ya getirildi. Ankara'ya geldikten birkaç gün sonra 27 Kasım 1943
    (H. 1362) tarihinde sıkıntılarla dolu dünyadan ahirete intikal etti.
    Ankara'nın kuzeyinde bulunan Bağlum nahiyesinde defnolundu. Kabri
    ziyaret edilmekte, huzurunda yapılan dualar kabul olunmaktadır.



    Seyyid Abdülhakim Arvasi'nin üç oğlu ve iki kızı vardı. Kızlarından
    Şefia Hanım, hicrette Musul'da vefat etti. Enver Medeni de hicret
    esnasında 1918 (H. 1336)de Eskişehir'de vefat etti. Ikinci oğlu Ahmet
    Neyyir Mekki Üçışık Efendi uzun zaman Üsküdar ve Kadıköy müftiliği
    yaptı. Kadıköy müftisiyken 1967 (H. 1387)de Istanbul'da vefat etti.
    Üçüncü oğlu Seyyid Münir Üçışık, Istanbul Belediyesinde satış
    memurluğunda çalışmış, doğruluğu, çalışkanlığı güzel ahlakı ile
    etrafının sevgisini kazanmıştı. 1979 (H. 1400)da Izmir'de vefat edip
    Ankara'nın Bağlum kasabasına defnedildi. Ikinci kızı Maide Hanım, eski
    Van mebusu Seyyid Ibrahim'in zevcesiydi. Seyyid Ibrahim vefat etmiştir.
    Maide Hanım, Ankara'da damadı Seyyid M. Emin Garbi ve kızı Ümmü Gülsüm
    hanımefendi ile birliktedir.



    Seyyid Abdülhakim Arvasi vücutça gayet mutedil ve kusursuzdu. Buğday
    tenliydi. Alnı geniş ve açıktı. Kaşları birer hilal gibi olup, kabarık
    ince ve ölçülüydü. Nur bakışlı gözleri iriceydi. Burnu ahenkli ve
    normalden büyükçeydi. Yüzü zaifçe olup sakalı sıktı. Bedeni iri yapılı
    olup, insana mutlak surette hürmet telkin edici bir vakar ve heybeti
    vardı.



    Her hali ve hareketi ile Islamiyete uyardı. Çok mütevazi olup; "Ben"
    dediği işitilmemişti. Çok heybetli ve temkin sahibiydi. Çok misafir
    severdi. Yardım yapmaktan hoşlanırdı. Ziyaretlere gider, davetlere
    icabet ederdi.



    Seyyid Abdülhakim Arvasi din bilgilerinde ve tasavvufun ince
    marifetlerinde derin bir derya idi. Üniversite mensupları, fen ve
    devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir;
    sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevabını alır; sormaya
    lüzum kalmadan o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü,
    sevgisini kazananlar, sayısız kerametlerini görürdü. Çok mütevazi, pek
    alçak gönüllüydü. Eyyub Sultan, Fatih, Bayezid, Bakırköy, Kadıköy,
    Beyoğlu'nda Ağa Cami-i şerifleri kürsilerinde senelerce ilim
    neşretmiştir.



    Seyyid Abdülhakim Arvasi ayrıca Vefa Lisesinde öğretmenlik yapmış,
    Sultan Selim Cami-i şerifi yanındaki Süleymaniyye Medresesinde,
    tasavvuf müderrisi (profesörü) iken Er-Riyad-üt-Tasavvufiyye kitabını
    yazmıştır. Tasavvuf hakkında risale büyüklüğünde müteaddid mektupları
    vardır. Mevlid okunmasının ve tesbih kullanmanın başlangıc ve
    meşruiyeti hakkında bir risale, Rabıta-i Şerife Risalesi, Sahabe-i
    Kiram ve Ecdad-ı Peygamberi risaleleri, Islam Hukuku, Keşkul ve Sefer-i
    Ahiret isimli eserleri, Arabi, Farisi ve Türkçe şiirleri pek
    kıymetlidir.



    Yetiştirdiği seçkin din adamlarının en selahiyyetlisi; çeşitli din ve
    fen kitaplarının yazarı, eczacı, kimyager ve emekli öğretmen albay
    Hüseyin Hilmi Işık beyefendidir. 1929'dan 1943 senesine kadar o büyük
    zattan ders almış, Arabi ve Farisi tercümeler yaparak gençliğe hizmet
    için çalışmıştır. Türkçe, Arabi, Farisi, Almanca, Fransızca ve
    Ingilizcenin yanında, başka dillerde de çeşitli din kitapları
    neşretmiştir. Bütün ilim ve feyzini, Abdülhakim Arvasi'den aldığını
    eserlerinde belirtmektedir.



    Abdülhakim Arvasi'nin kıymetli görüşlerinden biri şöyledir: "Insanı
    kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk'a karşı şirk ve
    müşrikliktir.Ilim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış
    olan fesad karanlığı hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve
    sevişmezliğin neticesidir.Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip
    sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten kurtulamaz.Hakk'ı tanımadıkça,
    Hakk'ı sevmedikçe, Hak tealayı hakim bilip, O’na kulluk etmedikçe,
    insanlar, birbiri ile sevişemez. Hak'dan ve Hak yolundan başka her ne
    düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.”

    Sayfa başına dön Aşağa gitmek
    https://2ce1ol.yetkin-forum.com
     
    Abdülhakîm Arvâsî
    Sayfa başına dön 
    1 sayfadaki 1 sayfası
     Similar topics
    -

    Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
    2ce 1OL :: DİNİ :: Büyük Âlimlerin Hayatı-
    Buraya geçin:  
    Forum kurmak | ©phpBB | Bedava yardımlaşma forumu | Suistimalı göstermek | Son tartışmalar